“Araf”tan içeri adım
attığım anda etrafımı bedenler sardı. Önce ne kadar net olduklarını düşündüm.
Desen ve fotoğraflardaki kurgunun keskinliğini inceledim. Bir yandan da Arda
Yolgösteren’in sergisi ile ilgili yazdıklarını okuyordum. Görüntü ve yazı
birleştikçe bedenlerin netliği de yavaş yavaş yerini belirsizliğe bıraktı.
Bedenlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu düşünürken aslında ne kadar uzak
ve çözülmeye yakın olduklarına şahit oldum. Keskin ve net bir şekilde birbirleriyle
bütünleşmiş, iç içe geçmiş ya da birbirlerinden türemiş gibi görünseler de “bağlantısızlıklarını ve çözülmelerindeki
anlamsızlığı” hissettim. Buna rağmen bedenler; türedikleri,
bütünleştikleri, iç içe geçtikleri diğer bedenlere bir şeyler anlatmak istiyorlardı
sanki. Elleriyle, kollarıyla, olmayan yüzleriyle, belirsizlikleriyle... Sanki dönüştükleri,
dönüştürdükleri, oluştukları her neyse bunu anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Sonu
olmayan bir süreci anlamlandırmaya çalışmak... Bir şeye anlam yüklemek... Boşuna
bir çaba... En sonunda, anlamlandırmanın kıyısına bile yaklaşamayan, ancak
belki bir düşünce parçacığı olarak ortaya çıkan şey ise belirsizliği beklemek, araf.
Arda Yolgösteren’in “Araf”ındaki
bedenlerin netliği ve hareketlerindeki keskinlik de bu belirsiz bekleyişin
üzerini örtmek içindir belki ya da belirsizliklerinin farkında olmadan
gerçekten çabaladıkları içindir. Hangisi olursa olsun, sonuçta dokunulabilecek
kadar somut bir şeye dönüşmüş sanki insanın göğsünü sıkıştıran o süreç...
Sancılı, ağrılı, hüzünlü, umutsuz... Her şeyin yeniden başladığı, sonuçsuz,
sonsuz bir süreç. Acı, baskı, öfke, nefret, sevgi, korku, üzüntü... Hepsinin
içinde olduğu bir belirsizlik... Beklemek... “Düşünerek beklemek, düşünmeden beklemek, bekleyişe anlam yüklemek,
anlamsızca beklemek.”
Tarif edemediğimiz ama
sanki fiziksel olarak hissettiğimiz düşünsel ve duygusal acılar, belirsiz
bekleyişler yüzünden değil midir? Belirsizlikten kurtulmak ve bekleyişi sona
erdirmek için yaptığımız seçimler bize ne zaman iyi geldi? Bizi yeni
belirsizliklere ve dolayısıyla da yeni bekleyişlere sürüklemediler mi? Ne
istediğimizi gerçekten ne zaman bildik? Kendi seçimlerimizin başkalarının
seçimleriyle karşılaşma ihtimalini düşündük mü? Kendimizle ilgili olmadığı
sürece, neyi gerçekten anladık?
Seçimlerimizin
çoğalttığı kendi belirsizliklerimizin, başkalarının seçimlerinin
bilinmezliğiyle karşılaştığı noktaları birleştirmeye çalışmak zor. Yolları
kesiştiren ama birleştirmeyen seçimlerle, “hissiz,
donuk ve soğuk bekleme alanları,” yani araflar, bir süreliğine başkalarına
açılabilir belki; ama bu, başkasının arafına dahil olabileceğimiz anlamına
gelmez. Belki görebiliriz ama kimsenin arafının bir parçası olamayız ve parçası
olamadığımız bir şeyi anlamlandıramayız. Anlamlandırma ihtimalimizin olduğu tek
şey kendi arafımız. Herkes kendi seçimlerinden, seçimlerinin kendisini
götürdüğü belirsizliklerden ve belirsizliğin bekleyişinden yalnızca kendisi
sorumludur ve ancak böyle özgür olur. Her zaman tek başına, sadece kendine ait
ve sadece kendisinin anladığı bir bütün.
Kısacası, Arda
Yolgösteren’in “Araf”ı, eskiden inandığım şeyleri bana yeniden hatırlattı. Tüm
insanların; tek bir bütünün, bir varlığın ya da buna benzer bir şeyin parçası
olduğuna inanmak... Birbirine bağlı ruhlar, en sonunda bir şekilde, bir yerde
yeniden birleşecek olan parçalar... Çok eskiden öğrendiğim, beni büyüleyen ve
inançla savunabileceğimi düşündüğüm bir anlatı... Böyle bir şeyin olmadığını
fark etmek uzun zaman aldı. Her seferinde keskin ve acı bir şekilde anladım ki,
herkes tek, kimse birbirine bağlı bir bütünün parçası değil. Olan ya da
olabilecek tek şey, zamanı geldiğinde bir araya gelmek ve sonra çözülmek.
Burçin Nilay Kalınbayrak