30 Ocak 2016 Cumartesi

Araf

“Araf”tan içeri adım attığım anda etrafımı bedenler sardı. Önce ne kadar net olduklarını düşündüm. Desen ve fotoğraflardaki kurgunun keskinliğini inceledim. Bir yandan da Arda Yolgösteren’in sergisi ile ilgili yazdıklarını okuyordum. Görüntü ve yazı birleştikçe bedenlerin netliği de yavaş yavaş yerini belirsizliğe bıraktı. Bedenlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu düşünürken aslında ne kadar uzak ve çözülmeye yakın olduklarına şahit oldum. Keskin ve net bir şekilde birbirleriyle bütünleşmiş, iç içe geçmiş ya da birbirlerinden türemiş gibi görünseler de “bağlantısızlıklarını ve çözülmelerindeki anlamsızlığı” hissettim. Buna rağmen bedenler; türedikleri, bütünleştikleri, iç içe geçtikleri diğer bedenlere bir şeyler anlatmak istiyorlardı sanki. Elleriyle, kollarıyla, olmayan yüzleriyle, belirsizlikleriyle... Sanki dönüştükleri, dönüştürdükleri, oluştukları her neyse bunu anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Sonu olmayan bir süreci anlamlandırmaya çalışmak... Bir şeye anlam yüklemek... Boşuna bir çaba... En sonunda, anlamlandırmanın kıyısına bile yaklaşamayan, ancak belki bir düşünce parçacığı olarak ortaya çıkan şey ise belirsizliği beklemek, araf.

Arda Yolgösteren’in “Araf”ındaki bedenlerin netliği ve hareketlerindeki keskinlik de bu belirsiz bekleyişin üzerini örtmek içindir belki ya da belirsizliklerinin farkında olmadan gerçekten çabaladıkları içindir. Hangisi olursa olsun, sonuçta dokunulabilecek kadar somut bir şeye dönüşmüş sanki insanın göğsünü sıkıştıran o süreç... Sancılı, ağrılı, hüzünlü, umutsuz... Her şeyin yeniden başladığı, sonuçsuz, sonsuz bir süreç. Acı, baskı, öfke, nefret, sevgi, korku, üzüntü... Hepsinin içinde olduğu bir belirsizlik... Beklemek... “Düşünerek beklemek, düşünmeden beklemek, bekleyişe anlam yüklemek, anlamsızca beklemek.”

Tarif edemediğimiz ama sanki fiziksel olarak hissettiğimiz düşünsel ve duygusal acılar, belirsiz bekleyişler yüzünden değil midir? Belirsizlikten kurtulmak ve bekleyişi sona erdirmek için yaptığımız seçimler bize ne zaman iyi geldi? Bizi yeni belirsizliklere ve dolayısıyla da yeni bekleyişlere sürüklemediler mi? Ne istediğimizi gerçekten ne zaman bildik? Kendi seçimlerimizin başkalarının seçimleriyle karşılaşma ihtimalini düşündük mü? Kendimizle ilgili olmadığı sürece, neyi gerçekten anladık?


Seçimlerimizin çoğalttığı kendi belirsizliklerimizin, başkalarının seçimlerinin bilinmezliğiyle karşılaştığı noktaları birleştirmeye çalışmak zor. Yolları kesiştiren ama birleştirmeyen seçimlerle, “hissiz, donuk ve soğuk bekleme alanları,” yani araflar, bir süreliğine başkalarına açılabilir belki; ama bu, başkasının arafına dahil olabileceğimiz anlamına gelmez. Belki görebiliriz ama kimsenin arafının bir parçası olamayız ve parçası olamadığımız bir şeyi anlamlandıramayız. Anlamlandırma ihtimalimizin olduğu tek şey kendi arafımız. Herkes kendi seçimlerinden, seçimlerinin kendisini götürdüğü belirsizliklerden ve belirsizliğin bekleyişinden yalnızca kendisi sorumludur ve ancak böyle özgür olur. Her zaman tek başına, sadece kendine ait ve sadece kendisinin anladığı bir bütün.

Kısacası, Arda Yolgösteren’in “Araf”ı, eskiden inandığım şeyleri bana yeniden hatırlattı. Tüm insanların; tek bir bütünün, bir varlığın ya da buna benzer bir şeyin parçası olduğuna inanmak... Birbirine bağlı ruhlar, en sonunda bir şekilde, bir yerde yeniden birleşecek olan parçalar... Çok eskiden öğrendiğim, beni büyüleyen ve inançla savunabileceğimi düşündüğüm bir anlatı... Böyle bir şeyin olmadığını fark etmek uzun zaman aldı. Her seferinde keskin ve acı bir şekilde anladım ki, herkes tek, kimse birbirine bağlı bir bütünün parçası değil. Olan ya da olabilecek tek şey, zamanı geldiğinde bir araya gelmek ve sonra çözülmek.

Burçin Nilay Kalınbayrak



19 Ocak 2016 Salı

Grayson Perry Buradaydı

Şakayla karışık küçük bir grup özeleştirisinin ardından ilk yazıyla geldik. Yoo, grupça gaza gelip sonra vazgeçmedik, hala buradayız, çaktırmadan kaybolmaya çalışmıyoruz. Aslında biraz ince eleyip sık dokumuş olabiliriz. Olsun, geç olsun, gerçekten yazılsın, gerçekten okunsun… Ve evet, devam edeceğiz.

Grayson Perry Buradaydı
Grayson Perry acaba Ankara’ya da gelecek mi derken CerModern yine yüzümüzü güldürdü ve merak ettiğimiz Küçük Farklılıkların Kibri sergisini Ankara’ya da taşıdı. Seramik sanatında Avrupa’da son zamanlarda ortaya çıkan Subversive Ceramics (Yıkıcı Seramikler) akımını araştırırken tesadüfen karşıma çıkan ve ilgimi çeken sanatçının işlerini Avrupa kıtasına geçmek zorunda kalmadan, yaşadığım şehirde görebilecek olmak beni heyecanlandırmıştı. Açılışına koşarak gittiğim serginin düzenlendiği salona ilk girdiğimde, serginin ilk kısımlarını geçip, renkleriyle beni çeken devasa duvar halılarının yanına koştum ve incelemeye başladım. Bir süre sonra boş bakışlarla, modern zaman hikayelerinin, eskiden savaşların veya doğanın resmedildiği kocaman halıların üzerinde ne aradığını düşünürken buldum kendimi, pek bir şey anlayamamıştım. Pes etmedim, o sergiyi izlemek için o kadar yol gelmiştim. Sakince başa döndüm ve serginin aslında belirli bir giriş, gelişme ve sonucu olan bir kitap gibi kurulmuş olduğunu, benim koşarak yanına gittiğim tam karşı duvarın da kitabın sonuç kısmına denk geldiğini o zaman anladım.
İngiliz sanatçı Grayson Perry, bu halılara gelene kadar geçtiği tüm yolları  belgeleriyle sunmuştu. Perry, sergisinin en başında, esin kaynağı olan yine kendisi gibi İngiliz sanatçı Hogarth’ın çizimlerine yer vermişti. Beslendiği yere, kişiye saygı duyması, tereddüt duymadan bu kişileri veya kaynakları kendine ait bir sergiye dahil etmesini gerçekten etkileyici buldum. İşte bu noktadan itibaren taşlar yerine oturmaya başladı. Hogarth, 18. Yüzyıl İngiltere’sinin politik yapısı ve toplumsal değerlerinin yanı sıra genel anlamda sınıf kavramını eleştiren bir tavırla ortaya çıkmıştı. Resimlerinde yazılar ve konuşma baloncukları bulunan sanatçının, tıpkı az önce önünde durup anlamaya çalıştığım Grayson Perry’nin halılarındaki gibi dönemi eleştirirken, resmi yazı ile birleştiren bir yaklaşımı vardı.


William Hogarth, Bir Hovardanın Seyri, Plaka 1-8, 1735, Aside yedirme baskı, 35,5x40,7 cm.

Serginin halılardan önce incelenmesi gereken diğer bölümü ise Grayson Perry’nin uzun zaman ve emek ürünü olan belgeselleri ile bunlardan yola çıkarak halılar için yaptığı ön çizimler, ve tasarımlardı. Buraya Hogarth’dan esinlenerek çıktığı yolun gelişme kısmı diyebiliriz. Benimse bahsetmeyi en çok istediğim kısım… Perry, burada toplum eleştirisini nasıl yapacağını samimi bir şekilde ortaya koyuyor ve toplum eleştirisini tepeden inme bir sanatçı, politikacı ya da bilim insanı (ya da hayvanat bahçesine kafesleri gözetleyen, anlamadıkları dillerde konuşan varlıklarla ilgili dışarıdan yorum yapan bir ziyaretçi veya ‘çok bilir kişi’ gibi) davranmak yerine, duruma tam ortasından dahil olmayı tercih ediyor. İşçi sınıfı, orta sınıf ve üst sınıftan kişileri, evleri, iş yerleri ve diğer yaşam alanlarında ziyaret ediyor ve samimiyetle onların hayatlarına kısa bir süreliğine dahil olup birlikte vakit geçiriyor. Hatta daha önceden nasıl giyindiklerini öğrenip onlar gibi giyiniyor; bu sayede, işte o, yanında bulunduğu insanlarla alakası olmayan “hayvanat bahçesi ziyaretçisi ‘çok bilir kişi’” konumundan da kendini kurtarmış oluyor.
Bu tavrı gördüğüm zaman bu sergiye koşarak gittiğime bir kez daha sevindim. Aradığım samimiyet bu yaklaşımdaydı. Bir sanatçı, kendi toplumunda var olan sınıflarla ilgili bir eleştiri sunmak istiyor. Ama bunu yaparken, her zaman karşılaşma ihtimalimiz olan klişe fikirleri tekrar ele alıp, renklerini veya şeklini değiştirip yeniden piyasaya sürmek yerine, kendi eliyle dokunarak her şeye baştan başlayıp, kendi yolunu çiziyor ve belki de daha önce binlerce kere işlenmiş bir konuda tamamen kendine ait işler sunmayı başarıyor.


Perry, ilk videoda işçi sınıfıyla buluşuyor. Bence kesin bir cinsiyet kimliği ortaya koymak gibi bir amacı olmaması da Perry için bir avantaj ve bu avantajı burada etkin bir şekilde kullanıyor. Öncelikle, bu sınıfın erkekleri gibi giyinip onların zevklerini yerinde öğreniyor. Daha sonra kadınların zevklerini öğrenip yine onların tarzında giyinerek bir gece eğlencesinde onlara katılıyor. Videonun ilerleyen kısmında Perry’yi, işçi sınıfı kadınlarıyla yaşam tarzları ve farklı konulardaki fikirleri hakkında sohbet ederken görüyoruz.
Sanatçı, orta sınıfta ise, iki farklı bölgeden insanların arasına karışıyor. İlk bölgede her şey belirli kurallar ve kısıtlamalar çerçevesinde yaşanıyor. Burada, yakın dönemde inşa edilmiş kimliksiz bir mahallede, pek kendilerine özgü olmayan, fakat yaşadıkları alan dışındaki kimseye de benzemeyen, her şeyi yerli yerinde bir grup insan çıkıyor karşımıza. Perry, ikinci bölgedeyse geçmişten miras kalan değerler, hatıralar, objeler ve biçimlere daha bağlı ve bunları saygıyla anan bir grupla karşılaşıyor.
Üçüncü videoda üst gelir grubundan insanları görüyoruz. Onların artık herhangi bir şeyi kanıtlama sıkıntısı yok gibi. Burada, belirli bir gruba ait olma ihtiyacı duyan insanlar yerine, halihazırda bu grupları oluşturan veya yöneten insanları görüyoruz sanırım.
Hayatta sahip olduklarımızın, sadece nasıl göründüğümüzü, neler konuştuğumuzu, yaşam hikâyelerimizi, etrafımızdaki insanların kim olduğunu ve davranışlarımızı belirlemekle kalmıyor, herkese ait olan koskoca dünyada yaşadığımız herhangi bir şehrin neresinde, neyin içinde, hangi eşyalarla ve alışkanlıklarla konumlandığımızı da şekillendiriyor.
Evet yazı geç geldi biraz, artık sergiyi gezemezsiniz ama arka planındaki büyük resmi paylaşmaya çalıştığım sergiyi sanal olarak gezmek, her zaman mümkün. Eserleri, en azından fotoğrafları üzerinden yorumlamayı size bırakıyorum. Geç de olsa, merhaba…
Sanal tur için; http://graysonperrytr.com/ana-sayfa/


Esin Aykanat Avcı

56 Gün

56 gün be kardeşim!
İnsanın bir sonraki maaşının günü gelir de, ikinciye gün sayar 56 günde!
Hafta sonlarını çıkar, çıkar işte üşendim şimdi, kalan gün kadar okula gidilir gelinir.
Bir sürü kitap okunur, istense okunur yani!
56 kere günaydın, 56 kere iyi akşamlar denir!
56 öğle yemeğinde ne yeneceği düşünülür!
Mahalle bakkalının önünden geçilir 56 kere!
Oturup bir yazı yazamadınız mı ya?
Bir araya mı gelemediniz? Yooo, kısa kısa da olsa geldiniz!
Aranızda sergilere gidenler hatta sergi açanlar bile var ben biliyorum.
Şu internet sayfasında 56 gün bir yaprak kıpırdatamadınız!
Evet çok çabaladık ama bugünkü toplantının sonunda da hiçbir yere, yeni bir yazı ekleyemedik.
Utanç içindeyiz! Yok ya aslında o kadar da şey yapmadık, işimiz gücümüz var sonuçta!