16 Ekim 2016 Pazar

VİCTOR ROMAN "Sopron'da bir Transylvanialı"


Evet öhöm böhöm ses kontrol...Herkes hazırsa Macaristan'ın güzel mi güzel sınır şehri Sopron'dan bildiriyorum. Bizde sınır şehri deyince tabi aklımızda hep olumsuz kavramlar beliriyor, hep savaşla terörle ilişkilendiriyoruz "sınır" kelimesini haliyle. Burada ilk kez sınırda yaşamanın huzurlu da olabileceğini öğrendim. Komşu Avusturya'dan çok sayıda ziyaretçi hafta sonlarını geçirmek için Sopron'a geliyor, Almanca anlaşıyorlar. Geçinip gidiyorlar güzelce...

Neyse konumuza gelelim. Eğitim sebebiyle bir kaç ay bulunacağım Sopron'un altını üstüne getirdim tabiri caizse. Zaten küçük bir şehir olduğu için çok da zor olmadı. Müze müze üstünde koymadım. Meydan, sergi bırakmadım. Oh ne güzel yaptım! İşte şimdi sizi sebebi ziyaretim olan "Victor Roman" sergisi için  Orsolya Meydanı'ndaki Soproni Muzeum'a götüreceğim. Orsolya Ter, sokakların arasında kalan küçük bir avlu gibi daha çok. Genel görüntüsü şu şekilde;

   

Soproni Muzeum da bu görüntünün tam sağında yer alıyor. Adı müze olarak geçse de aslında küçük ama güzel bir sanat galerisi, aralıklarla değişen sergiler yer alıyor burada.


Sağda solda "Victor Roman" heykel sergisi afişlerini görüyordum, izleri takip ettim ancak bir kaç gün kapalıydı galeri. Sonunda dün kapılarını bana da açtı. Müzenin girişine dair bir kaç fotoğraf daha paylaşayım izninizle, çünkü burada sergiler kadar binalar da anlatılmaya değer.



Girişten yukarıya bu merdivenden çıktıktan sonra şöyle perdeli ve esrarengiz bir kapıdan içeri giriyorsunuz. Gel gör ki bu nadide girişi bulanık çektiğim için elime elime vurasım var :)  


İçeri girince sizi solda bir kapı daha karşılıyor. Biraz korku filmi tadında bir türlü sergiye ve herhangi bir insana ulaşamamanın verdiği merakla ikinci kapıyı da atmosfere uygun bir gıcırtıyla açıyorum, o da ne! İçeride geçen gün "Old Sinagog'u" gezerken rastladığım aynı görevli kadınla göz göze geliyorum. Kendisi görevli masasına oturmuş çantasının sökülen fermuarını dikiyor. Çok tenha bir ortamda tanıdık bir yüze rastlamanın sevinciyle " Ohhh youuu!" filan diyorum kadına. O da beni tanıyor, çünkü hiç ingilizce bilmeyen bu kadıncağıza etmediğimi bırakmadım Old Sinagog'ta. Her ayrıntıyı o anlamadıkça daha çok sordum. O yüzden o benim kadar sevinmiyor beni gördüğüne. "Gene geldi beni buldu bu pigme!" der gibi daha çok! Fotoğrafı var kendisinin, hem de en doğal ortamında dikiş dikerken, ama özel hayata saygıdan tabi koymayacağım, yine de tanışmanızı isterdim. Rus askeriyle anne şevkati arasında gidip geliyor yeri benim dünyamda. Hiç bir dilde anlaşamamıza rağmen canla başla her şeyi anlatmaya çalışıyor. Hiç üşenmiyor müzedeki tek kişi olmama rağmen kalkıyor ışıkları açıyor, video oynatıcıyı çalıştırıyor, oturup dikişine devam ediyor, aralarda Victor Roman'ın hayatının anlatıldığı Macarca filmde kendince bana belirtmeyi önemli saydığı şeyleri tekrar ediyor. "Biruder biruder! diyor yani "bak bu Victor'un kardeşi o da Fransa'ya gitti diyor" kaçırmayayım diye ayrıntıları. Bence işinde çok iyi yani, sanırım o yüzden bütün müzelerde kendisini görevlendirmeyi tercih ediyorlar.

Victor Roman "ilk heykellerinden"
Neyse efendim yine lafı uzattım. Serginin bulunduğu salona kafamı çevirdiğimde içeride hiç bu kadar görkemli bir sergiyle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Roman Victor 1937-1995 yılları arasında yaşamış, Transylvania'lı bir sanatçı. Hakkında bol miktarda Macarca, Fransızca ve Romanca kaynak var ve ben de özellikle sergide yer alan hakkındaki videoyu Macarca bilip daha iyi anlayabilmeyi isterdim. 20'li yaşlarında Fransa'ya giden ve burada çok ünlü bir sanatçı haline gelen Roman'ın sanatında doğup büyüdüğü Transilvania'nin önemli bir etkisi olduğunu söylüyor eleştirmenler. Fransa'da Bobigny ve Viliers-le-Bel gibi pek çok yerde ve meydanlarda heykellerine yer verildiği yine izlediğim videodan çıkan sonuçlardan. 70'li ve 80'li yıllara damgasını vurmuş, 90'lara kadar üretimini sürdüren üretken ve büyük bir sanatçıyla karşı karşıyayız. 70'lerin modernist ve minimalist etkisi heykellerinde hemen dikkati çekiyor, " Aaa biraz Miro gibi sanki, şu da Calder'e benziyor diyesi geliyor insanın, bunun sebebi dönemsel anlayış ve etki hiç kuşkusuz. Zaten diyemeden aktarımındaki yalınlık ve malzemeye hakimiyeti insanı büyülüyor. Biraz da söylendiği gibi doğduğu toprakların etkisinden olacak kırsal bir takım araçların yeniden yorumladığına ve bu yolla da kendine has bir öznellik yakaladığına şahit oluyoruz. Bu kırsal araçları totemleştirirken toprağa olan bağlılığını ve inancını, bir yandan da insan elinin ürettiği bu araçlar aracılığıyla doğaya kafa tutan insanoğluna hem hayranlık hem de yergi gözlemliyoruz. Malzeme demişken Metal ve ahşap ağırlıklı olmakla birlikte seramik de sanatçının kullandığı malzemeler arasında. Ancak izlenimde hepsi metal  hissi veriyor ve görsel dil açısından bir bütünlük içinde. Metalden farklı bir malzemeden yapıldığını heykeli yakından incelemeden anlamak güç.  
    
Victor Roman
Seramik İdol


VictorRoman
İdoller
Victor Roman
     



Victor Roman

Victor Roman


Kişisel eşyalarının bulunduğu bölümü de inceledikten sonra bir de pencereden meydana tekrar bir göz atıyorum, çok güzel görünüyor. Galeri görevlisiyle kendi dillerimizde birbirimize teşekkürler ediyoruz. Başka bir müzede yine karşılaşmak üzere ayrılıyoruz.




Esma Burcu Sereli
                                                                                              




30 Ocak 2016 Cumartesi

Araf

“Araf”tan içeri adım attığım anda etrafımı bedenler sardı. Önce ne kadar net olduklarını düşündüm. Desen ve fotoğraflardaki kurgunun keskinliğini inceledim. Bir yandan da Arda Yolgösteren’in sergisi ile ilgili yazdıklarını okuyordum. Görüntü ve yazı birleştikçe bedenlerin netliği de yavaş yavaş yerini belirsizliğe bıraktı. Bedenlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu düşünürken aslında ne kadar uzak ve çözülmeye yakın olduklarına şahit oldum. Keskin ve net bir şekilde birbirleriyle bütünleşmiş, iç içe geçmiş ya da birbirlerinden türemiş gibi görünseler de “bağlantısızlıklarını ve çözülmelerindeki anlamsızlığı” hissettim. Buna rağmen bedenler; türedikleri, bütünleştikleri, iç içe geçtikleri diğer bedenlere bir şeyler anlatmak istiyorlardı sanki. Elleriyle, kollarıyla, olmayan yüzleriyle, belirsizlikleriyle... Sanki dönüştükleri, dönüştürdükleri, oluştukları her neyse bunu anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Sonu olmayan bir süreci anlamlandırmaya çalışmak... Bir şeye anlam yüklemek... Boşuna bir çaba... En sonunda, anlamlandırmanın kıyısına bile yaklaşamayan, ancak belki bir düşünce parçacığı olarak ortaya çıkan şey ise belirsizliği beklemek, araf.

Arda Yolgösteren’in “Araf”ındaki bedenlerin netliği ve hareketlerindeki keskinlik de bu belirsiz bekleyişin üzerini örtmek içindir belki ya da belirsizliklerinin farkında olmadan gerçekten çabaladıkları içindir. Hangisi olursa olsun, sonuçta dokunulabilecek kadar somut bir şeye dönüşmüş sanki insanın göğsünü sıkıştıran o süreç... Sancılı, ağrılı, hüzünlü, umutsuz... Her şeyin yeniden başladığı, sonuçsuz, sonsuz bir süreç. Acı, baskı, öfke, nefret, sevgi, korku, üzüntü... Hepsinin içinde olduğu bir belirsizlik... Beklemek... “Düşünerek beklemek, düşünmeden beklemek, bekleyişe anlam yüklemek, anlamsızca beklemek.”

Tarif edemediğimiz ama sanki fiziksel olarak hissettiğimiz düşünsel ve duygusal acılar, belirsiz bekleyişler yüzünden değil midir? Belirsizlikten kurtulmak ve bekleyişi sona erdirmek için yaptığımız seçimler bize ne zaman iyi geldi? Bizi yeni belirsizliklere ve dolayısıyla da yeni bekleyişlere sürüklemediler mi? Ne istediğimizi gerçekten ne zaman bildik? Kendi seçimlerimizin başkalarının seçimleriyle karşılaşma ihtimalini düşündük mü? Kendimizle ilgili olmadığı sürece, neyi gerçekten anladık?


Seçimlerimizin çoğalttığı kendi belirsizliklerimizin, başkalarının seçimlerinin bilinmezliğiyle karşılaştığı noktaları birleştirmeye çalışmak zor. Yolları kesiştiren ama birleştirmeyen seçimlerle, “hissiz, donuk ve soğuk bekleme alanları,” yani araflar, bir süreliğine başkalarına açılabilir belki; ama bu, başkasının arafına dahil olabileceğimiz anlamına gelmez. Belki görebiliriz ama kimsenin arafının bir parçası olamayız ve parçası olamadığımız bir şeyi anlamlandıramayız. Anlamlandırma ihtimalimizin olduğu tek şey kendi arafımız. Herkes kendi seçimlerinden, seçimlerinin kendisini götürdüğü belirsizliklerden ve belirsizliğin bekleyişinden yalnızca kendisi sorumludur ve ancak böyle özgür olur. Her zaman tek başına, sadece kendine ait ve sadece kendisinin anladığı bir bütün.

Kısacası, Arda Yolgösteren’in “Araf”ı, eskiden inandığım şeyleri bana yeniden hatırlattı. Tüm insanların; tek bir bütünün, bir varlığın ya da buna benzer bir şeyin parçası olduğuna inanmak... Birbirine bağlı ruhlar, en sonunda bir şekilde, bir yerde yeniden birleşecek olan parçalar... Çok eskiden öğrendiğim, beni büyüleyen ve inançla savunabileceğimi düşündüğüm bir anlatı... Böyle bir şeyin olmadığını fark etmek uzun zaman aldı. Her seferinde keskin ve acı bir şekilde anladım ki, herkes tek, kimse birbirine bağlı bir bütünün parçası değil. Olan ya da olabilecek tek şey, zamanı geldiğinde bir araya gelmek ve sonra çözülmek.

Burçin Nilay Kalınbayrak



19 Ocak 2016 Salı

Grayson Perry Buradaydı

Şakayla karışık küçük bir grup özeleştirisinin ardından ilk yazıyla geldik. Yoo, grupça gaza gelip sonra vazgeçmedik, hala buradayız, çaktırmadan kaybolmaya çalışmıyoruz. Aslında biraz ince eleyip sık dokumuş olabiliriz. Olsun, geç olsun, gerçekten yazılsın, gerçekten okunsun… Ve evet, devam edeceğiz.

Grayson Perry Buradaydı
Grayson Perry acaba Ankara’ya da gelecek mi derken CerModern yine yüzümüzü güldürdü ve merak ettiğimiz Küçük Farklılıkların Kibri sergisini Ankara’ya da taşıdı. Seramik sanatında Avrupa’da son zamanlarda ortaya çıkan Subversive Ceramics (Yıkıcı Seramikler) akımını araştırırken tesadüfen karşıma çıkan ve ilgimi çeken sanatçının işlerini Avrupa kıtasına geçmek zorunda kalmadan, yaşadığım şehirde görebilecek olmak beni heyecanlandırmıştı. Açılışına koşarak gittiğim serginin düzenlendiği salona ilk girdiğimde, serginin ilk kısımlarını geçip, renkleriyle beni çeken devasa duvar halılarının yanına koştum ve incelemeye başladım. Bir süre sonra boş bakışlarla, modern zaman hikayelerinin, eskiden savaşların veya doğanın resmedildiği kocaman halıların üzerinde ne aradığını düşünürken buldum kendimi, pek bir şey anlayamamıştım. Pes etmedim, o sergiyi izlemek için o kadar yol gelmiştim. Sakince başa döndüm ve serginin aslında belirli bir giriş, gelişme ve sonucu olan bir kitap gibi kurulmuş olduğunu, benim koşarak yanına gittiğim tam karşı duvarın da kitabın sonuç kısmına denk geldiğini o zaman anladım.
İngiliz sanatçı Grayson Perry, bu halılara gelene kadar geçtiği tüm yolları  belgeleriyle sunmuştu. Perry, sergisinin en başında, esin kaynağı olan yine kendisi gibi İngiliz sanatçı Hogarth’ın çizimlerine yer vermişti. Beslendiği yere, kişiye saygı duyması, tereddüt duymadan bu kişileri veya kaynakları kendine ait bir sergiye dahil etmesini gerçekten etkileyici buldum. İşte bu noktadan itibaren taşlar yerine oturmaya başladı. Hogarth, 18. Yüzyıl İngiltere’sinin politik yapısı ve toplumsal değerlerinin yanı sıra genel anlamda sınıf kavramını eleştiren bir tavırla ortaya çıkmıştı. Resimlerinde yazılar ve konuşma baloncukları bulunan sanatçının, tıpkı az önce önünde durup anlamaya çalıştığım Grayson Perry’nin halılarındaki gibi dönemi eleştirirken, resmi yazı ile birleştiren bir yaklaşımı vardı.


William Hogarth, Bir Hovardanın Seyri, Plaka 1-8, 1735, Aside yedirme baskı, 35,5x40,7 cm.

Serginin halılardan önce incelenmesi gereken diğer bölümü ise Grayson Perry’nin uzun zaman ve emek ürünü olan belgeselleri ile bunlardan yola çıkarak halılar için yaptığı ön çizimler, ve tasarımlardı. Buraya Hogarth’dan esinlenerek çıktığı yolun gelişme kısmı diyebiliriz. Benimse bahsetmeyi en çok istediğim kısım… Perry, burada toplum eleştirisini nasıl yapacağını samimi bir şekilde ortaya koyuyor ve toplum eleştirisini tepeden inme bir sanatçı, politikacı ya da bilim insanı (ya da hayvanat bahçesine kafesleri gözetleyen, anlamadıkları dillerde konuşan varlıklarla ilgili dışarıdan yorum yapan bir ziyaretçi veya ‘çok bilir kişi’ gibi) davranmak yerine, duruma tam ortasından dahil olmayı tercih ediyor. İşçi sınıfı, orta sınıf ve üst sınıftan kişileri, evleri, iş yerleri ve diğer yaşam alanlarında ziyaret ediyor ve samimiyetle onların hayatlarına kısa bir süreliğine dahil olup birlikte vakit geçiriyor. Hatta daha önceden nasıl giyindiklerini öğrenip onlar gibi giyiniyor; bu sayede, işte o, yanında bulunduğu insanlarla alakası olmayan “hayvanat bahçesi ziyaretçisi ‘çok bilir kişi’” konumundan da kendini kurtarmış oluyor.
Bu tavrı gördüğüm zaman bu sergiye koşarak gittiğime bir kez daha sevindim. Aradığım samimiyet bu yaklaşımdaydı. Bir sanatçı, kendi toplumunda var olan sınıflarla ilgili bir eleştiri sunmak istiyor. Ama bunu yaparken, her zaman karşılaşma ihtimalimiz olan klişe fikirleri tekrar ele alıp, renklerini veya şeklini değiştirip yeniden piyasaya sürmek yerine, kendi eliyle dokunarak her şeye baştan başlayıp, kendi yolunu çiziyor ve belki de daha önce binlerce kere işlenmiş bir konuda tamamen kendine ait işler sunmayı başarıyor.


Perry, ilk videoda işçi sınıfıyla buluşuyor. Bence kesin bir cinsiyet kimliği ortaya koymak gibi bir amacı olmaması da Perry için bir avantaj ve bu avantajı burada etkin bir şekilde kullanıyor. Öncelikle, bu sınıfın erkekleri gibi giyinip onların zevklerini yerinde öğreniyor. Daha sonra kadınların zevklerini öğrenip yine onların tarzında giyinerek bir gece eğlencesinde onlara katılıyor. Videonun ilerleyen kısmında Perry’yi, işçi sınıfı kadınlarıyla yaşam tarzları ve farklı konulardaki fikirleri hakkında sohbet ederken görüyoruz.
Sanatçı, orta sınıfta ise, iki farklı bölgeden insanların arasına karışıyor. İlk bölgede her şey belirli kurallar ve kısıtlamalar çerçevesinde yaşanıyor. Burada, yakın dönemde inşa edilmiş kimliksiz bir mahallede, pek kendilerine özgü olmayan, fakat yaşadıkları alan dışındaki kimseye de benzemeyen, her şeyi yerli yerinde bir grup insan çıkıyor karşımıza. Perry, ikinci bölgedeyse geçmişten miras kalan değerler, hatıralar, objeler ve biçimlere daha bağlı ve bunları saygıyla anan bir grupla karşılaşıyor.
Üçüncü videoda üst gelir grubundan insanları görüyoruz. Onların artık herhangi bir şeyi kanıtlama sıkıntısı yok gibi. Burada, belirli bir gruba ait olma ihtiyacı duyan insanlar yerine, halihazırda bu grupları oluşturan veya yöneten insanları görüyoruz sanırım.
Hayatta sahip olduklarımızın, sadece nasıl göründüğümüzü, neler konuştuğumuzu, yaşam hikâyelerimizi, etrafımızdaki insanların kim olduğunu ve davranışlarımızı belirlemekle kalmıyor, herkese ait olan koskoca dünyada yaşadığımız herhangi bir şehrin neresinde, neyin içinde, hangi eşyalarla ve alışkanlıklarla konumlandığımızı da şekillendiriyor.
Evet yazı geç geldi biraz, artık sergiyi gezemezsiniz ama arka planındaki büyük resmi paylaşmaya çalıştığım sergiyi sanal olarak gezmek, her zaman mümkün. Eserleri, en azından fotoğrafları üzerinden yorumlamayı size bırakıyorum. Geç de olsa, merhaba…
Sanal tur için; http://graysonperrytr.com/ana-sayfa/


Esin Aykanat Avcı

56 Gün

56 gün be kardeşim!
İnsanın bir sonraki maaşının günü gelir de, ikinciye gün sayar 56 günde!
Hafta sonlarını çıkar, çıkar işte üşendim şimdi, kalan gün kadar okula gidilir gelinir.
Bir sürü kitap okunur, istense okunur yani!
56 kere günaydın, 56 kere iyi akşamlar denir!
56 öğle yemeğinde ne yeneceği düşünülür!
Mahalle bakkalının önünden geçilir 56 kere!
Oturup bir yazı yazamadınız mı ya?
Bir araya mı gelemediniz? Yooo, kısa kısa da olsa geldiniz!
Aranızda sergilere gidenler hatta sergi açanlar bile var ben biliyorum.
Şu internet sayfasında 56 gün bir yaprak kıpırdatamadınız!
Evet çok çabaladık ama bugünkü toplantının sonunda da hiçbir yere, yeni bir yazı ekleyemedik.
Utanç içindeyiz! Yok ya aslında o kadar da şey yapmadık, işimiz gücümüz var sonuçta! 

5 Aralık 2015 Cumartesi

A3

Ankara’da sanat var haberiniz var mı?

Peki bu sanat nerede? Kim üretiyor? Kimler izliyor?
“A3″, Ankara’da Sanatın Peşine Düşüyor!
Ankara’daki sanat oluşumlarını atölyeye taşıyarak tartışan ve araştıran “A3” bir yazı atölyesidir. Bu atölyede ortaya çıkan yazıların çeşitli medyalar aracılığıyla okurla buluşması hedeflenmiştir. Belli bir kesime hitap eden ve kendi alanından olmayanların yabancı kaldığı yazıların tam aksine daha anlaşılır ve yaratıcı yazılarla her okuru bu alana çekmeyi hedeflemektedir. Takdir kazanma amacıyla hareket etmez; yani konu başlıklarını galerilerin satış grafiklerine göre belirlemez öte yandan yaratıcı herhangi bir kıvılcımın peşinden cesurca koşabilir.
Kısacası pek tekin bir şeye benzememektedir!


Her şeyin bir görev aşkıyla yapıldığı Ankara’da, kuralları bir yana bırakıp yalnızca kendin olmak, kendini ifade edebilmek kolay olmadı hiçbir zaman. Fakat bu zorlanmanın, çoğunlukla kendine yaratıcı çıkış yolları bulduğu da aşikârdır. Ne var ki, bu kadar inatla ortaya çıkan yaratıcılık, kendini fark ettiğinde, beslendiği yerde büyümektense, hep mekân değiştirmiştir. Burada sanat yapmak, kitleden ayrı hareket etmek gibi biraz. Büyük bir kitleden ayrı hareket eden daha ufak kitleler halinde… Bu kitlelere dahil olanlar, ayrı anılmayı göze almıştır, hatta bunu istediği olmuştur belki ama, yalnızca bazılarının bildiği, kendi kendine onayladığı, kendi aralarında eleştirdiği şeyler, dışarıdan sadece deli işi gibi görünmekten, içi boş ve işe yaramaz olarak algılanmaktan ileri gitmez. Bir anlık bir ekran görüntüsü gibi bir görünüp bir kaybolur, iz bırakmaz, anlaşılmak için zaman harcanmaz, varlığı bilinir, varlığına alışılır ama ne olduğu merak edilmekten uzaklaşmıştır.
Paylaşılmayınca mı, anlaşılmaz olduğunda mı daha değerlidir yaratıcılık?
Öyle olmadığını düşündüğümüz için, daha önce giremediğimiz diyaloğa şimdi girebilmek, süregelen bu monoloğu bir noktasından yakalayıp kırmak, beslendiğimiz yere gereken vefayı göstermek için buradayız.

Hacettepe Üniversitesi, Amerikan Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Şu an aynı bölümde Sanatta Yeterliğe devam ediyor ve LÖSEV’de İngilizce öğretmeni olarak çalışıyor.


Esma Burcu Sereli

Yıllar önce gecenin bir yarısı tek başına film izleyen abim, ertesi günü kahvaltıda aile eşrafına, “ iyi bir şey izlediğimde tek başına olmak çekilmiyor ( İyi kavramı da göreceli pek tabi…), neredeyse sizi uyandıracaktım, izlediği şeyin üzerinde bıraktığı duyguyu paylaşmak istiyor insan” diye buyurmuştu. Sonra onun hatırına pek çok sevmediğim filmi bile oturup onunla izlediğim olmuştur. Sırf filmdeki espriye gülmeyi benimle paylaşabilsin de duvarlara sırıtmak zorunda kalmasın diye…
Şimdi itiraf edin, hepimiz bu duyguyu yaşamıyor muyuz? Sizde eserek yaratan bir kitabı, karşısında heyecanlandığınız bir sanat objesini, sonunda tepetaklak olmuş duygularla sinema salonunu terk ettiğiniz bir filmi, heyecanla uzay boşluğunda kendinizinkine teğet geçen ilk yakın frekansta bulunan insana anlatma ihtiyacı duymuyor musunuz? Paylaşmadıktan sonra sanat üretmek tek yanlı bir eylem olarak, var olma nedeniyle ilgili hiçbir şey vadedemez ki…
İşte “A3″ tam olarak bunun için bir araya geldi. “ Sanatı paylaşmak” için. Bu sebeptendir ki Gombrich ‘ten, Camus’tan, o bu filozoftan alıntılar yaparak uzun sanat yazıları yazmak için yırtınmak değil amacımız. (Hepsinin farkındayız ve çok seviyoruz ama…) İyi bir sanat üretimi karşısında duyulan o ilk heyecanı yakınlarımızla paylaştığımız o samimi duygunun peşindeyiz biz. Gergin dünya halleri, boğazımızı düğüm düğüm eden gördüğümüz her büyük saçmalık, bireysel günlük acılarımız arasında; bizi derinden sarsan, mutlu eden, kederlere salan, fikir veren, sebepsizce coşku duyduran her sanat faaliyetini birbirimizle paylaştığımız gibi sizlere de anlatmak istiyoruz.
Ha bir de Ankara’yı seviyoruz ve Ankara’dan bildiriyoruz. Çünkü en iyi bildiğimiz yer burası…

Lisans ve yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümünde tamamladı. Şu an aynı bölümde Sanatta Yeterliğe devam ediyor ve aynı kurumda Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor.


Hüseyin Arıcı

Ben eleştirmen değilim, yazar da değilim. Sanatla uğraşmayı seviyorum keza o da benimle uğraşmayı seviyor. Sanatla uğraşmayı seven çok insan var. Bir de ben, sanatçıyla da uğraşmayı seviyorum, tabi arkadaşlarla kendi aramızda. Henüz hiçbir sanatçıyla bire bir uğraşmadım. Belki bu oluşum buna biraz vesile olur diye umut ediyorum. “A3″ adı altında toplandığımız arkadaşlarla en büyük ortak noktamız, Ankara’da var olan sanat oluşumlarını anlatmak. Bunu yaparken sıkıldığımız, şişirme ve durduk yere sanat muhabbetlerinden uzak durmaya çabalayacağız. Size de garip gelmiyor mu? Bir koleksiyoncunun sayfalar dolusu sevdiği renklerden topladığı çalışmalarını bir koltuk takımından bahsedercesine anlatması… Ya da YENİ GENÇ GÜNCEL SANATÇININ en fazla iki hafta süren bohem tavırları… Genellemiyorum ya da yermiyorum yanlış anlamayın. Kalp kırmak ve seviyesizce sataşmak değil amacım. Sadece biraz sevgi istiyoruz. Sevgi…


Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü mezunu. Şu an Hacettepe Üniversitesi, Heykel Bölümünde Yüksek Lisans yapıyor ve CerModern'de çalışıyor.


Mehtap Morkoç

Doğup büyüdüğüm, bazı sokaklarını ezbere bildiğim şehri, hep burada bulunduğum için mi seviyorum ben Ankara’yı? Sevilecek yanları olduğunu da bildiğimden, insanların hep bir şans vermesini istediğimden. Devlet büyüklerimizin büyük laflarının gölgesinden başka var olduğunu bildiğim şeylerden. Hep grisinden söz edilir. Biz ‘A3’ olarak anlatmaya, sevdiğimiz, içinde bulunduğumuz yerden başlamalı dedik. Sanatın olduğu yerden…
Konuşacak ve yapacak şeyleri olan insanların biraya gelmesiyle oluşan bir topluluk bu ‘A3’. Burada yaşayıp, şehirde nefes almanın en güzel yolunu bulan bir grupla kendi kendimize toplanıp konuşurken, paylaşırken, eğlenirken, üretirken, siz de haberdar olun istedik. ‘’Sanat için İstanbul’a kaçmadık, bizim de söyleyeceklerimiz var’’ diyenler için neler var? ‘’Ankara ve sanat mı? İki ciddi müessese’’ deyip kanalı çevirmeyenler için neler var? Ankara’nın kapısını kapatıp çıkmak istemeyenlerin yaptıkları neler var?
Bir şekilde bir araya gelmiş kişilerin kendi kendine konuşması bu. Şehre bir de bu gözle bakma isteği bu, paylaşma isteği, hep aramızda konuşurken başkaları da duysun isteği. Sanat ve Ankara’yı biz yan yana seviyoruz dedik, siz de sevin istedik.

Lisans ve yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümünde tamamladı. Şu an aynı bölümde Sanatta Yeterliğe devam ediyor ve aynı kurumda Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor.

Burçin Nilay Kalınbayrak

Ankara’da yaşamayanlar için Ankara’yı tarif etmek çok kolaydır: soğuk, sıkıcı, gri… Ama Ankara uzaktan göründüğü gibi olmadı hiç. Nereden gelirseniz gelin Ankara’da kendinizi evinizde hissedersiniz. Ankara sadece soğuk, gri ya da sıkıcı değil. Biz Ankara’nın sokaklarında yürüyoruz, gülüyoruz, üretiyoruz, aşık oluyoruz, seviyoruz… Ankara’da sıcak ve samimi bir şeyler var. Ankara’da sanat var! Fakat Ankara’nın sanatını, Ankara’nın yaşamından uzaklaştıran bir şeyler de var. Ya çok az sayıda insan gerçekten Ankara’da sanata dair neler olduğuyla ilgileniyor ya haber alınabilecek kaynaklar kısıtlı ya da başka bir şey… Biz bunun ne olduğunu bulmak istiyoruz. Bir yandan Ankara’yı yaşarken diğer yandan şehrin nasıl ifade edildiğini, şehirle ilgili çeşitli anlatımları ve şehir ile sanatçının nasıl bütünleştiğini merak ediyoruz. Kısacası, parçası olmaktan mutluluk duyduğumuz ve çok sevdiğimiz bu şehirde sanata dair her şeyi içtenlikle izlemek, okumak, yazmak ve paylaşmak istiyoruz. “A3″ bu açıdan heyecan, yenilik ve umut dolu bir oluşum. Umarım heyecanımızı siz de paylaşırsınız.

Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler mezunu. Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde yüksek lisanslarını tamamladı. Şu an Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktora yapıyor.